Bir kültürün içinden
doğan ve onun özüne ses veren kelimeleri düşünüyoruz hep. Sanki her zaman
sesler varmışçasına ve biz onları anlamlandırabiliyormuşuzcasına. Halbuki bir
şey eksik, her şeyi her şeyleştirmemizde.
Koku mu noksan?
Duyabilir mi herkes çimenlerin ya da denizin kokusunu?
Peki, ya renkler? Bir
gün gözlerimi bağlayıp körebe ben olsam, eğlenemez miyim diğer çocuklar kadar?
Bilmez miyim etrafımda ne var? Güvensiz mi hissederim kendimi, yoksa eksik mi?
Sanırım görüntü de değil aradığım şey…
Tat? Değil… Öyle olsa
tat almadan sevmezdi, sevişmezdi insanlar.
Acaba kelimelerde
aradığım şey nefes mi? Rüzgarın yüzüme çarpışı kadar içimi üşütecek nefret
sözcüklerini ya da ılık merhamet kelimelerini mi arıyorum? Değil. Bu da karşılayamıyor aklımdakini. Aslında...
İllüstrasyon: Alex Hall.
Ben, öz ile hissetmekten bahsediyorum. Parçası olmadığım bir kültür üzerinde kök salan ve belki anlamlarını dahi bilmediğim “içten” sözcüklerin, içime değmesinden. Sözlerini
anlayamadığım bir şarkıda ağlamaktan, oynamaktan. Ritimden bahsediyorum,
duymasam da heyecanına ya da acısına ortak eden titreşimlerden. Enerjiden bahsediyorum,
görmesem de rengini duyumsadığım kıskançlık, acıma ya da aşkın enerjisinden.
Bana göre dil, çoğu zaman dile gelmeyendir. Özdür dil. Sonradan çizildiği
varsayılan ve tarihin üzerinde sürekli dans eden hiçbir hayali, yapay sınıra
sığamayacak kadar yaşamanın doğasındandır. İşte bu yüzden henüz her bir duyumu
kullanabiliyor olsam da, kimi zaman sustuklarım belirliyor uzak ve yakınlarımı.
Harfler yerine virgüllerim ve noktalarım. Bazen, gözleri kapalı bir kadının
gözü oluyor şeffaf sözcüklerim. Ve bir diğerine bedenimle betimliyorum arzularımı,
kayıplarımı ve umutlarımı. Kırıldığımda kendime sarılıyorum, o üzüldüğünde onu kucaklıyorum. O kadar iç güdüsel ki birbirini anlayabilme duyusu; yani hissetmek. Cinsiyet, yaş ya da herhangi bir sosyal kılıftan özgürleşmiş hatta hiç içine girmemiş bir var oluştan bahsediyorum. İçinde mesafelere yer bırakmayan bir "bir" olma, bir' e dönme arzusu. Ağlayan bebeği anlama ya da sızlayan köpek yavrusuna çare olma isteği de bir, yalnız kalma korkusu da... İşte anlam her şeyin ortasında, kimi zaman dilinin kimi zaman parmaklarının ucunda. Anlamdan soyut bir düşünme(ce) hayal edemiyorum. Düşüncesiz bir dil yok... Dile gelmeyen düşünce ise an. Anlam.
Peki, Heidegger’in dediği
gibi, evi midir dil düşüncenin?
Şüphesiz ki, kelimelerim
kadar konuşabilirim. Diğer yandan, sadece yazmak ya da konuşmak değil bütün bir
sayfada ifade etmeye çalıştığım gibi, düşlerimi anlatma hatta yaratma aracım. Sessizliği
bölüşmek veya tek başıma susmak da; yani dilsizliğim de ben'im.
Bana göre, “hissetmek” eksik, her şeyi
her şeyleştirmemizde.
Yorumlar
Yorum Gönder