LJUBLJANA Ejderhalar Başkenti

Plan&Çanta İçi
Günübirlik Ljubljana (10.11.12)
Klagenfurt'tan Ljubljana'ya Tren Bileti: €16
Harcama: €13.45

Erasmus boyunca beş Avrupa ülkesini görme şansım oldu. Bunlardan biri de Slovenya.

Çek arkadaşlardan birinin mesaj atıp Ljubljana’ya davet etmesiyle başladı her şey.  İç açıcı bir bütçe hesabı yapıp teklifi reddettim önce. Kira vakti gelmiş, buzdolabım tam takır, e bir de kontör almak lazım derken ay sonuna kuş gibi bir miktar kalıyordu cebimde. Ertesi sabah oda arkadaşımın alarmı şeytan gibi dürtünce işler değişti. “Ben de geliyorum” diye fırladım yataktan.  Slovenya’nın başkenti Ljubljana’ya (Lübyana) Çek-Türk karışımı sekiz kişilik kalabalık Erasmus grubuyla gidiş dönüş €16’ya bilet aldık. Villach aktarmalı trenimizle 10.30’da yola koyulduk. Termometre 3-12 dereceyi; yani kışı Avusturya’da geçirenlerin bileceği üzere oldukça iyi bir sıcaklığı gösteriyordu.



Klagenfurt’tan Villach’a uzanan yol önceden de bahsettiğim üzere tablo gibi iken Slovenya’ya doğru 7 km’lik bitmek bilmeyen bir tünel başlıyor. Hemen ardından, damında sandalyeleriyle köy evlerini ve çok katlı yıkık dökük binaları geçiyorsunuz. Klagenfurt- Ljubljana arası, trenle tam olarak iki saat sürüyor. Dolayısıyla 12.30 gibi şehre vardık. Şehrin girişini iki adet Kebab House tutmuş. Ben Avrupa Kebap Kuşatması’nı kabulleneli çok olduğu için duruma pek şaşırmadım. Ancak gara indiğimizde hiç İngilizce tabela görememek itiraf ediyorum ki çok sürpriz oldu. En yakın turist bilgilendirme noktasını (Turizem Ljubljana) bulup hemen bir harita kaptım. Bir de 85 cente Ljubljana kartpostalı aldım.  Ejderha süslü mazgal ise beni benden aldı.

Kalabalık olmamızın da etkisiyle aylak aylak şehri gezmeye başladık. Duvarlarda,trenlerde bolca yazılama ve buna tezat bir karakteri yansıtan sıkıcı, tek düze, gri renkli yapılar var. 








Şehrin adını nereden aldığı konusunda birçok mit birbiri ile yarışıyor. Sözcüğün Alman-Sloven karışımı bir kökeni olduğu iddia edilmekle birlikte şehri bölen nehir de aynı adı taşıyor.
Ljubljana şehrinin sembolü ise ejderhalar! Bu konuyla ilgili de yine birçok rivayet var; bunlardan biri ejderhaların, Hristiyanlarca "dize getirilen" paganizmi simgelediği yönünde. 
Her iki başında muazzam ejderhaların bekçilik yaptığı Zmajski most (Dragon Bridge) bu hüzünlü şehri etkileyici kılıyor. Gözlerimi heykellerden alamadım...
İlk olarak şehrin must see listesinde olan Ljubljanski grad’ı (Ljubljana Castel) görmeye karar verdik. Kaleye ulaşmanın iki yolu var; yürümek ya da füniküler ile çıkmak. Füniküler gidiş-dönüş €4 imiş. Biz yürümeyi tercih ettik. Ağaçların arasından kıvrılan güzelim yoldan kaleye ulaşmamız tahminen 15 dakikamızı aldı. Yolun yokuş ve yorucu olduğunu eklemeliyim.
15. yüzyılda inşa edilen kale sarmaşık süslü duvarlarıyla Ortaçağ'dan günümüze uzanmış.
Giriş ücreti €7,5.
Kalenin otoparkında çiçeklerle süslü düğün arabaları gözüme çarptı. Gelinle damadı görememiş olsam da şık kadın ve erkekler kaleye yöneldiler. Daha sonra araştırıp öğrendim ki kalede Mavi ve Beyaz Salon olmak üzere iki adet düğün alanı varmış. Nikah da kalenin alt katında bulunan Kapela Sv. Julija'da (St. George’s Chapel) kıyılıyormuş.



Tüm şehri tepeden görmenin etkisiyle söyleyebilirim ki sisli havası ve solgun binalarıyla Ljubljana, estetik tanımıma oldukça uzak. Tabii haksızlık yapmamak adına ülkenin yakın tarihini hatırlamak gerekiyor.
Şapele indiğimizde kaligrafi odası ile karşılaştık. Yazdırdığınız yazıyı satın alabiliyorsunuz. Ufaklık her ne kadar sanatını konuştursa da insan düşünmeden edemiyor;  ticarethaneye dönen bir mabette çocukların emeklerini, hayal güçlerini satarak para toplaması ne kadar doğru? Bir şey yazdırmadan çıktım.

 Kale çıkışında gözüme bir kuyu ilişti. Dipteki paralara bakılırsa bir tür dilek kuyusu… 
Kalenin bahçesinde ise bir makine var. 5 cent atıp kolu çevirerek mekanizmayı çalıştırınca, Ljubljana'ya özgü ejderhalı param tıngır mıngır düştü!
Kaleden inerken kendimi bir savaş filminin ortasında gibi hissettim.


Harap binaların arasından geçen yol Vodnikov Trg’ye (Vodnik Square) uzanıyor. Bu meydanda şehrin açık hava pazarı Osrednja ljubljanska tržnica'yı gezmek mümkün. Biz pazarda dikkate değer bir şey göremediğimizden oyalanmadan yürümeye devam ettik.
Çoğu Avrupa şehrinde moda olduğu üzere Ljubljana'da da aşıkların kilitlerle süslediği bir köprü var; Mesarski most (Butcher’s Bridge). Bense her zamanki gibi kilitsiz yakalandım.


Köprünün kollarında Bosna Hersek’li heykeltraş Jakov Brdar’ın bir çalışması yer alıyor. Garda gördüğüm lögar heykelcikleri dahil, şehri süsleyen sıra dışı eserler hep kendisininmiş.
“Adam and eve” Cennetten kovuldukları için utanan Adem ve Havva’nın heykeli.






"The Satyr"
Nehir kıyısını takip eden yolla birlikte Frančiškanska cerkev Marijinega oznanjenja adlı pembe bir kilisenin yer aldığı Presernov Trg isimli meydana vardık.



19. Yüzyıldan günümüze gelen bu kilisenin Barok tarzında inşa edilen ön yüzü, yoluna eğilen ağaçlarıyla çok romantik bir görünüme sahip. İçinde ise paylaşmaya değer bir kare yakalayamadım.

Kiliseden çıktığımızda iki sokak müzisyeni Presernov Meydanı'nı şenlendirmeye başlamıştı.
Meydan ismini ünlü Sloven şair France Prešeren’de alıyormuş. Burada yer alan heykel ise şairin Julija Primic’e olan aşkını ölümsüzleştirmek üzere tasarlanmış; Julija'nın camdan dışarı bakan büstünü izler şekilde yerleştirilmiş.


Umutsuz aşk hikayesi tam bir klasik. Şair zengin bir tüccarın kızına aşık oluyor. Kız gidip şairin üst tabakadan bir okul arkadaşıyla evleniyor. Şair ise evlenmesine rağmen ölüm döşeğinde dahi Julija’ya olan aşkını anlatıyor. 

Julija Primic
Penceredeki Julija'ya bakayım derken bastığımız zemini gözden kaçırmamak lazım.

Yemek vaktinin geldiğine kanaat getirdiğimizde damak tadı konusunda uzlaşamayınca survivor misali farklı gruplara ayrılıverdik. Plansız bir gezi olduğundan yanımda denemek istediğim bir mekan adı yoktu. Ben de yoldan geçen genç bir gruba yemek için önerebilecekleri bir yer sordum.  Bir süre aralarında tartıştıktan sonra aralarından gök gözlü bir adam Sokol’u tarif etti. Teşekkür edip yanlarından ayrıldığımızda yemek yerine kendisinin gözlerini konuşmaya başlamıştık. Ta ki pedal çeviren oldukça yaşlı bir kadın görene kadar…

Sokol’u bulduğumuzda kapıdaki kargadan pek hoşlanmadık, menü de cazip gelmeyince başka bir mekan aramaya koyulduk. 

Saat 4 olmuştu ki Mestni Trg üzerinde yer alan, özgün bir öğrenci yeri olan Čupiterija’ya rast geldik!  İçeri girer girmez mekanın kaotik dekorasyonunda zaman-kültür yolculuğuna çıktık. Duvarın birinde Dali'nin deli bıyıkları, bir diğerinden uzanan heykel bacakları, tavanda yürüyen bir inek, duvarda bir başka diplomalı inek ve sayamayacağım ötekiler...


Bir sürü yemeğin yanı sıra tavuklu ya da domuzlu olmak üzere iki adet “öğrenci menüsü” seçeneği gözümüze çarptı. Yemekler patates ve salata ile servis ediliyor. Ben birkaç senede bir denediğim gibi yine gaflete kapılıp domuz söyledim; her zamanki gibi tadı bana çok tuzlu ve aşırı yağlı geldi. Son kez pişman oldum. Tavuklu menü ise arkadaşlarca sevildi. Servis hızlı ve çalışanlar güler yüzlü idi.















Slovenya o kadar ucuz ki kişi başı sadece €3,50 ödeyip çıktık!


Bir saatin ardından tekrar dolaşmaya başlamıştık. Ta ki, bir arkadaş “Yukarı bakın!” diyene kadar. İki bina arasında takılı olan telde bir sürü ayakkabı, bağcıklarından asılmış sallanıyordu. Bir rivayete göre ayakkabısını atıp telden sallandırmayı başaranlar çok kısa bir süre içerisinde Ljubljana’ya geri gelirlermiş. Söylencenin tarihine uzanırsak; gelenek birkaç sene öncesine kadar yokmuş ve nasıl oluştuğu ya da kim tarafından başlatıldığı da bilinmemekteymiş. Kendimi Alice in Wonderland tadında bir masalın içinde gibi hissettim. Fazladan bir çift ayakkabım olsa ben de atardım sanırım.

Sokağın hemen karşısında güzel bir manzara bana göz kırptı. Bu köprünün adı Cevljarski most (Shoemaker’s Bridge) imiş. İsmine bağlı olarak, ayakkabılı sokakla olan ilişkisini merak ettim. Aslında 13. Yüzyılda tahta bir köprü olarak inşa edildiği ve üzerinde kasapların yer aldığın bilgisine ulaştım. O zamanların imparatoru yoğun et kokusu nedeniyle kasaplara başka bir yere taşınmaları için ödeme yapmış; boşalan dükkanların yeni sahipleri ise pabuççular olmuş. Köprü bundan sonra ayakkabıcılar köprüsü olarak anılmaya başlamış ve 1931’de taştan son haline kavuşmuş.

Nehrin batı yakasında yer alan University of Ljubljana ise Avrupa’da lisans eğitimi almayı isteyenlerin değerlendirebileceği bir tercih. Konumu oldukça merkezi, çevresinde sanat ve eğitime ilişkin yapılar yer alıyor.

Dönüş biletimizi 20.49’a almıştık. Haritada belirleyip görmek istediğimiz yerleri bitirdiğimizde ise saat 17.30’du. Dolayısıyla yola kaybolarak devam etmek konusunda hem fikir olduk.

İşte tam da bu sırada kendimizi akşam karanlığında büyülü bir atmosferin içinde bulduk. Nehrin kıyısına ve ağaçlara fenerlerle serpiştirilmiş, açık hava fotoğraf sergisi kurulmuştu. Yoldan çevirdiğim birisine etkinliğin sebebini sorduğumda “bilmiyorum” dedi. 
Her ne kadar kadraja yansıtamasam da enfes bir sahnenin içindeydik. Mumlar ile aydınlatılmış bir tünelden geçerek yürümeye devam ettik. 

Ayaklarımız bizi yeniden yemek yediğimiz yere,  Mestni Trg’ye getirdi. Burası şehrin en büyük meydanıymış ve belediye binası da burada yer almaktaymış.

Meydana dair en dikkat çekici şey ise bana göre Robbov vodnjak (Fountain of the Three Carniolan Rivers); yani Üç Carniolan Nehri Çeşmesi. Çeşme  Slovenya’da yer alan Ljubljanica, Sava ve Krka nehirlerini sembolize eden üç tanrı figürünü içeriyor. Altındaki basamaklar ise Carniola’yı (Kranjska) çevreleyen dağları simgeliyormuş. 18. Yüzyılda yapılan eser Yugoslavya’dan bağımsızlaşmanın milli bir sembolü haline gelip önce Sloven Tolar’ına basılmış; sonra da 2006 yılında Ulusal Müze’ye taşınınmış. Meydandaki yerini ise replikası almış.
Görür görmez bana Roma’daki Fontana dei Quattro Fiumi adlı çeşmeyi çağrıştırmasının sebebini mimarının adını duyunca anladım: Francesco Robba. Mimar gerçekten de kendi ülkesindeki çeşmeden esinlenmiş.

Roma keşfimden Fontana dei Quattro Fiumi fotoğrafı...
Günün sonunda diyebilirim ki, bu şehrin havasında tuhaf bir cazibe süzülüyor. Bahsettiğim şey estetik değil belki; ama sıradışı bir güzellik. İdeolojinin tek tipleştirmesine inat korunmuş tarihi yapılar, şaşaalı iktidar sembolleri bir yerlerden karşınıza çıkıyor.

Hava iyice karardığı ve gezebileceğimiz başka bir yer olmadığı kanaatine vardıktan sonra saat 19.00 gibi şehrin kuzeyine, istasyona doğru yürümeye niyetlendik. Sabah girdiğimiz Turizem Ljubljana’ya tekrar uğrayıp etrafa rahat rahat göz atmak istedim. Kitap ayracı koleksiyonuma eklemek üzere ejderhalı ahşap bir ayraç edindim(€1.60).

Günün Özeti



İstasyonun etrafında oturulabilecek yer seçeneği az. Bunlardan en çok gözümüze hitap edene yerleştik. Birer sıcak çikolatayla uykuya hazır hale geldik.

Tren saati yaklaştığında Slovence duyurular kulağımızda, trenimizi bulmaya çalışıyorduk. Zürih’e giden trenin bizimki olduğuna inanarak, öyle olmasına dua ederek boş kompartıman aramaya başladık. 9’da kalkması gereken tren erkenden nasıl dolmuş! İçeride iğrenç ter, salam ve bira karışımı bir koku… “Yakıştı mı bu güzel şehre?” diye sorası geliyor insanın. Sonunda, duyuruları anlamadığımız için sebebini çözemediğimiz kısa bir gecikmeyle trenimiz kalktı. Sağ salim Avusturya'ya döndük.


          Dip notlar:
  • Daha güzel görüntüler yakalamak için ilkbaharda ya da yazın gitmenizi öneririm.
  • Eğer imkanınız varsa Slovenya’ya gidip de Lake Bled’i görmeden sakın dönmeyin!


Yorumlar

Popüler Yayınlar